Gezginden Son Günlük…

1 Eylül’de İstanbul’dan çıktığımız yolun son ayağı İzmir’den de ayrılıyorum bugün. Biz diyorum çünkü beni takip eden ve yaptığımız işe önem veren herkesi benle beraber pedal basmış, heyecanlanmış olarak değerlendiriyorum. Geçen 20 gün içerisinde gördüğüm, gözlemlemeye çalıştığım, hissettiğim tüm duyguları sizinle paylaşmak hakikaten güzel bir duyguydu (samimiyim). Doğa için yapılmış bir olayın ve buna bağlı olarak fiziksel çevreye dokunma derdi olan bir kafa yapısı içinde geçirdiğim bu sürecin son anlarını yaşıyorum. Takip edenlerin bildiği gibi yaptığımız iş herkesin kalbine dokunamadı, dünyanın kirlenmesi hızla devam etmekte ve olacak da. Fakat hayatımın en güzel döneminde bir ütopyanın uğruna da olsa 960 km pedal çevirmek ve o motivasyonla mimarlık kavramının dokunduğu her şeye değinmeye çalışmak olayın değerini farklı boyutlara taşıdı.


Bisikletimi gazetelere sararak etrafına yastık koyarak taşıyorum ODTÜ’ye. Beraber onlarca köyden geçtik, yıkanmamış bardaklardan çay içtik İşin sonunda nasıl bir kafa yaşıyorsunuz derseniz; hüzün, gurur ve mutluluğu üzerimize giydik yalnız başınalığı (maddi) ise geride bıraktık diyebiliriz. Kendi adıma bir daha yapamayacağım işi Arkitera’nın ve Dicle Yazıcı’nın verdiği motivasyonla aştım diyebilirim (manevi) .  Arkitera’yı sadece bir kurum olarak değil içinde barındırdığı anne tedirginliğindeki insanlarıyla ele alıyorum burada. Derya Yazman, Emine Merdim Yılmaz ve Selin Biçer’e bana kattıkları ve taşıdıkları yürek için ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Dicle Yazıcı ise işin acılı kısmını yansıtabildiğim tek insan olarak kişisel tarihimde ayrı bir yere geçti sanırsam:) Kaz Dağları’nı aşarken, geç uyanıp sıcakta sürmek zorunda kaldığım yollarda yalnız başınıza kaldıramıyorsunuz bazı şeyleri ve normaldeki huysuzluğunuzdan daha fazlasını yaşatıyorsunuz yakınlarınıza Neyse sözün kısası insan yalnız başına yolculuk yapmamalı, yapacaksa da bel bağlayabileceği, kendini anlatabileceği insanlar olmalı çevresinde. Günü 22 saatinde yollarda, otel odasına 20 gün yalnız yaşamak ve sadece kendini dinleyip, kendini anlatmak sanıldığı kadar özenilecek bir şey değil. Yol üzerinde bana eşlik eden arkadaşlar olduğunda, sohbet ettiğimiz amcalar olduğunda inanın gördüğünüz, değerlendirdiğiniz, yaşadığınız duygular çok farklı. Kendi bünyenizde hissettiğiniz duygularla yanınızdaki insanın sözcüklerinde, tepkilerinde bulduğunuz dünya çok farklı ve daha değerli. Tek başına sadece bir amaca yönelik yorum yapabiliyorsunuz. Çok kişi olduğunuzda artık sadece bir amacınız yok, insanlar da ne düşünüyormuş diyebiliyorsunuz. “Belki de insanın sınıfı, eğitimi ne olursa olsun suratında beliren tepkiler, olaylara ve görsellere karşı kurduğu cümleler insana bu denli ufuk açabilir” cümlesini ilk defa kuruyorum ama mutluyum, gerçek bu.

Yukarıda yazdıklarım belki bir teşekkür, bir borç yazısı gibi gelebilir fakat anlatmak istediğim tek şey doğa içinde yalnız kalmanın sıkıcı ve zor olduğu. Yollar, rampalar kalbiniz durmadığı sürece zaten aşılabiliyor.

Getto temamıza da değinmek gerekiyor. Önceden planlamayı sevmediğim ama planlamadan da yapılmayacak bir işe kalkıştım sanırsam. Görmek istediğim kareler yoktu. Sadece sokaklara girip bu insanlar da ne yapıyormuş onu merak ediyordum. Onları sınıflandırmadım. Tüm ayrımları zaten kent kendi kendiliğine yapıyor ve önünüze koyuyordu. İstanbul’dan, İzmir’e kadar bir sürü Çingene, Roman, Levanten Mahallesi inceledim. Hepsi için ayrı ayrı tanımlamaları bundan önceki yazılarımda yaptım. Şimdi ise hepsi için genel birkaç cümle kurmak istiyorum. Kent meydanlarına yakın veya kentin ilk kurulduğu yerlere göç etmiş olan bu azınlık sınıfı kentlinin yaşantısına iyi veya kötü yönde servis eden küme konumunda yer alıyor ve alacak sanırsam. Ranta veya başka bir çıkara dayalı yönetim mekanizması bu kişilerin yaşadığı mahalleleri daha değerli bularak Kentsel Dönüşüm, ehlileştirme ve birçok pozitif isim altında göç etmeye tekrar zorlayacak. Yola çıktığımız ilk gün duygusal bir çıkarım peşinde olmadığımı söylemiştim. Yine bu durumu çok duygusal veya acıtacak bulmuyorum. Bu insanların yaşam standartları o kadar düşük ki başka bir yere göç etseler orada da aynı standartlarda yaşamayı başaracaklar. Yarısı satın alınmış ve AVM yâ da uzun uzun bloklar yapılmış mahalleler ve etrafında gecekondular gördüm. Bu insanlar buralarda sanmayın ki ezilecekler ve ezik bir hayat yaşayacaklar. Bu insanlar servis eden insan konumunda oldukları için servis verdikleri, gündelikçi olarak çalıştıkları insanlara artık daha yakınlar. Tamamı yıkılmış ve dönüşüme katılmış mahallelerde ise servis alan insanlar artık bu azınlık sınıfa daha uzaklar. Hayatı büyük ölçüde değişen sınıf ise kentli sınıfı olmak zorundadır. Gettolara yeni kurulmuş sitelerde yaşayan çocuklar etrafı duvarlarla çevrili bir yaşam sürmek zorundalar. Sanmayın ki bu insanlar o kadar zararlı veya yanaşılmaması gereken insanlar. Aksine onların sosyolojik yapılarından, sağlam duruşlarından bir kayıp söz konusu değil, onun için normal yaşantı bu. Aile ve mahalle yapısını yeni bir çevreye götüren ise kentli görüldüğü gibi. Özetlemek gerekirse bir şeyi yasal hak olarak görerek kenti ehlileştirmeye çalışmak aslında bir ehlileştirme değil bir şeyleri görmezden gelmektir.

Bu seyahatte yanımda olmayı çok isteyen, gelemese de bilgisini ve duygusunu esirgemeyen Eymen Çağatay Bilge’ye ayrı teşekkür ediyorum. İçinde heyecan ve ilgi besleyen herkese tekrar teşekkür ederek yazımı sonlandırıyorum.