San Francisco’nun “Karşı”sı: Karşısında Durarak Ortaklaşabilir miyiz?

San Francisco için karşı-kültür akımlarının anavatanı demek çok da abartı olmaz sanırım. Vietnam Savaşı’na karşı tepkilerle doğan ’68 kuşağı ve hippie akımı, Black Panther Party, Diggers hareketi, Harvey Milk ve Queer devrimi derken seyir değiştiren çoğu sosyal hareketin San Francisco menşeli olduğunu görüyoruz. Günümüzde ise inovasyon ve girişimcilik ekosisteminin başkenti. Bu, peki nereye kadar bir coğrafi tesadüf?

San Francisco’nun körfez bölgesinde oluşunun, dolayısıyla kolay erişilebilmesi ve yıllar boyunca hep göç almasının bunda etkisi çok büyük elbette. Afrika’dan en yoğun göç alan, Amerika’daki en büyük Chinatown’a ve Çinli nüfusuna sahip olan kent olması bu durumla açıklanabilir. Ülkenin en iyi üniversitelerinden Stanford, UC Berkeley, UCLA gibi kurumların etki alanları ile de birleşince çokseslilik ve liberallik şehrin sabit dinamikleri haline gelmiş.  Ben özellikle bu durumun genç kuşaktaki ve üniversitelerdeki yansımalarını öğrenmek için UC Berkeley’de geçtiğimiz yıl “California Countercultures” adı altında 20. yüzyıl karşı-kültür hareketlerini ve etkilerini inceleyen bir ders alan Nishali ve Maya’dan destek aldım.

Konuya Berkeley ve ’68 hareketinin çıkışıyla başladık. Bir grup Berkeley öğrencisinin okulda Vietnam Savaşı’nı protesto etmesiyle başlayan ve tüm dünyaya yayılan bir akım haline gelen Hippie kültürü, Berkeley Üniversitesi’nin imzası haline gelmiş. Günümüzde de Berkeley birçok öğrenci protestosunun örgütlenebildiği, kampüste polisin eksik olmadığı, öğretim görevlilerinin de bu protestolara katılımı cesaretlendirdiği ortamını koruyor. Güzel olan tarafı, protestocuların da polisin de şiddete kolay kolay başvurmaması. Çok ekstrem durumlarda polis müdahalesi olsa bile bu müdahale ne protestoların içeriğine dair, ne de eğitimi aksatacak şekilde. Şu sıralar en hararetli tartışma konusu katlanarak artan üniversite öğrenci payları. İkinci favori ise başkanlık ve yeniden seçim tartışmaları.

Nishali bir yandan karşı-kültürün ticarileştirilmiş olmasına da dikkat çekiyor. Saykedelik t-shirtlerin veya organik kahvelerin onlarca dolara satıldığı, hippie kültürü kadar hipster kültürünün de kalesi San Francisco. Fakat tartışma içeriklerine baktığımızda artık “light” bir karşı-kültür görsek de, ben gözlemlerime göre bu kültürel mirası yaşam biçimleriyle aktardıklarını düşünüyorum. Böyle deyince tabi akla “bütün gün cafelerde matcha latte içip start-up’ları için ne kadar sermayeleri olduğunu konuşan yeniyetme girişimcilerin nesi karşı-kültür?” sorusu gelebilir haklı olarak. Ama bence bu girişimcilik ekosistemi bile toplumsal umutsuzluğun kader haline geldiği günümüz için sıkı bir karşı duruş. Hatta “durmak” artık çağımız için yeterli değil; bu bir “karşı-yapış”. Ve ne tesadüf ki, ulaşımın seyrini değiştiren Uber ve Lyft de, turizm anlayışının seyrini değiştiren Airbnb de, yeni bir organımız haline gelen Instagram da yine aynı sokaklarda doğuyor. Tabi ki, girişimcilik ve start-upları romantikleştirecek, “dünyayı bu gençler kurtaracak” kıvamına gelecek değilim; ama 50’lerde, 60’larda bu sokaklarda üretilen ortaklık tanımlarının günümüzde dijital uygulamalar ile üretilen ortaklık tanımlarıyla aynı geni taşıdığını hissediyorum. Bu şehirde kimle tanışsam kendi yaşamımızı ve yaşadığımız dünyayı değiştirebilecek gücümüz olduğuna olan inancımı diriltti, enerjimi yükseltti ve beni artık kanıksadığımız memnuniyetsizlik halinden aksiyon alma haline geçirdi.

“San Francisco vs. New York” veya “West Coast vs. East Coast” tartışmalarının klasik argümanlarından biri şu: New York ve Doğu Yakası’nda hakim olan “eski paraya” karşın San Francisco’nun “yeni parayı”, yani aileden kalmayan, insanların kendi fikirleriyle ve girişimleriyle kazanarak elde ettikleri sermayeyi simgeliyor. Fakirinden zenginine, ana akımından radikaline, azınlığından çoğunluğuna herkes kendi doğruları için bir şeyler yapmanın peşinde bu şehirde. Kimi zaman caddelerdeki palmiyelerin “buraya özgü bitki örtüsü palmiye değil” diyerek sökülmesi için orgütler kurduracak kadar hatta. Bu enerjiyi  bir market kasasında gününün nasıl geçtiğini sormadan işlem yapmayan kasiyer de, Silikon Vadisi’nde çalışan yazılım mühendisi de, Grace Katedrali’nde katıldığım halka açık bir yoga seansında tanıştığım fakir öğrencilere öğretmenlik formasyonu veren bir göçmen de eşit derecede taşıyor. Belki bir final yazısında ya da Eylül ayında gerçekleştireceğimiz üniversite sunumlarında bende kalan izleri daha detaylı açıklayabilirim; ama San Francisco seyahatimden sonra ben, bu çağda karşı-kültürün bu formda da var olabileceğine inandım. Ve gerek kendi hayatımda, gerekse çevremde gördüğüm şikayet ve memnuniyetsizliklere yeni bir frekanstan bakmaya ve karşılarında durmaya karar verdim.